Suriyedeki iç savaşa 'Mazlum halkların yanındayız.' düsturu ile gayri resmi biçimde dahil olan; ancak işin doğrusu bir taraftan Neo-Osmanlıcılık, diğer taraftan Ortadoğuya dair dar mezhepçi bir bakışla emperyal rüyalar gören AKP iktidarının evdeki hesabı çarşıya uymadı yine.
Üç ayda Esad rejiminin devrileceğini var saydıkları bu 'kirli' savaşa dair 'eski' Türkiyeden kalma 'derin' devlet diye yutturulan yapıların AKP döneminde de (Yeni Türkiye) oldukça 'sığ' kaldığını bir kez daha görmüş olduk. Türkiye dış politikasının 'sığlığı' son dönemdeki IŞİD tarzı yapılanmaların Moğolları andıran barbarlığı ve kör şiddeti ile iyice ayyuka çıkmış durumda.
'Komşu'daki yangına körükle gitmenin doğal sonucu olarak sınır kentleri başta olmak üzere, savaşın getirdiği ölümden, yıkımdan kurtulmak için Suriyeli halklar kendilerince 'güvenli' addettikleri Türkiyeye göç edip mülteci hayatı yaşamaya başladılar.
AKP iktidarı da Suriyeli halkların Türkiyeye göçüne 'Kaz gelecek yerden, tavuk esirgenmez.' anlayışı ile yaklaşıp - her türlü dış yardım talebini de reddederek - savaş sonrası oluşacak ganimetten tek başına nemalanma hesabıyla sınır illerine kamplar yaptırarak Suriyeli göçmenlere asgari düzeyde yaşam alanları oluşturdu.
Tabii ki kamplarda kalmayı tercih etmeyen büyük bir kalabalık da kentlerde kendilerine 'yeni bir hayat' kurma umuduyla yollara düştü. Denetimsiz, kontrolsüz ve kaçak yollarla kent merkezlerine yerleşen Suriyeli kalabalıkların, sosyal ve ekonomik hayata dahil olmaya başladığı ilk günlerde bunu büyük bir ranta dönüştürme hevesindeki fabrika patronlarından tutun da mahalledeki berbere, kasaba, dürümcüye kadar büyük-küçük ölçekli gelir sahibi kesimler 'mağdurlara/mazlumlara yardım' söylemini de kendilerine örtü edinerek yeni bir kazanç kapısı elde etmenin şehvetiyle avuçlarını ovuşturdular. Hatta Gaziantepin kadın belediye başkanı o günleri 'Suriyeliler şehrimize ilaç gibi geldi.' diyerek özetlemişti.
Suriyedeki iç savaşın üzerinden üç yıl geçti ve gelinen noktada kent merkezlerinde sosyo-ekonomik patlamalar başladı.
Dört yüz bini aşkın Suriyeli mültecinin akınına uğrayan Gaziantepin nüfusunun iki milyona yaklaşması, kira artışlarının %300leri bulması, Suriyeli kızlara/kadınlara dair utanç verici bir pazarın oluşması, kent yerlisi emekçi sınıfların Suriyelilerin ucuz iş gücü olarak görülüp çalıştırılmasından dolayı iş ve gelir kaybına uğraması gibi temel problemlerin yanı sıra, Suriyeli göçmenlerin işledikleri kimi 'kabahatler' de gerekçe gösterilerek kitlesel saldırılar, linç girişimleri meydana geldi.
Siyasal iktidar ikiyüzlülükle 'şahane mazlumlar' edebiyatı yaparken, toplumsal yapı da 'mağdurlara/mazlumlara yardım' teranesi ile var olan durumdan her anlamda azami rant gözeterek toplumsal ikiyüzlülüğün 'güzel' bir örneğini sergiledi.
Tabii ki kent ahalisi içinde gerçek manada insani duyarlılık gösterip Suriyeli mültecilere olanakları dahilinde yardım edenleri yok saymak, linçten kaçan Suriyeli bir aileyi 'Bir daha Sivas, Maraş, Çorum olmasın.' duyarlılığıyla evinde saklayan Hüseyin Enveri görmezden gelmek de olmaz.
Sonuç olarak, AKP iktidarının 'sorumsuz' savaş politikalarının mağduru, sadece Suriyeliler değil; AKPye % 60 oy veren Gaziantep de savaş mağduru...
Gaziantepteki 'Suriyeliler' problemi, mevcut siyasal iktidarın savaş politikalarının dış politika arenasındaki iflasından sonra, ülke içinde de sosyo-ekonomik düzlemde iflas ettiğinin açık göstergesi. O nedenle eleştirilecek, tepki gösterilecekse bu savaş politikaları eleştirilmeli.
Alman felsefeci Theodor W. Adornonun başyapıtı sayılan 'Minima Moralia'dan bir alıntı ile bitirelim: Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.